ışık sözcükleri

harry potter nesneleri

 

Biraz utanarak söylüyorum ki, Harry Potter serisini henüz izledim ve bitirdim 🙂  (kitaplarını da okumadım). Tabi burada filmi anlatıp eleştrisini yapmam pek mantıklı olmayacaktır. Yalnız filmde dikkatimi çeken bazı noktalardan bahsetmek istiyorum.

Bunlardan ilki film içerisinde geçen mekanlar, bilhassa Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu.

Okul için birden fazla yapı içerisinde çekimler yapılmış. Glaucester Katedrali, Durham Katedrali, Lacock Abbey Manastırı bunlardan birkaçı.

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-2

Gloucester Katedrali

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-5

Durham Katedrali

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-10

Divinity School

Mekanların birçoğunun ortak özelliği Gotik bir üsluba sahip olmaları ve 11.yy ile 13.yy arasında inşa edilmiş olmaları. Filmi izlerken de kendime çok sorduğum bir soru vardı. Büyülü bir dünyadan bahsediyoruz, olağanüstü birçok şey mümkünken, olağanüstü hayvanlarla, bitkilerle, yaratıklarla, daralıp genişleyebilen ve inanılmaz hızlara ulaşan otobüslerle, hareketli görseller içeren gazetelerle, yani en basit olandan en inanılmaz olana kadar birçok ilginç olay ve nesneyle karşılaşabilmek mümkünken, mekanlara bu neden yansımamıştır? Evet hareket eden merdivenler vs. unsurlar görebildik. Ancak yine bildiğimiz yapısal elemanların dışında şeyler değildi. Yani söylemeye çalıştığım; 20.yy sonu 21.yy başında çekilen bir filmde, günümüz teknolojisinin de ulaştığı imkanları ve ulaşabileceği olasılıkları düşünerek bambaşka yapılar gösterebilmek, akıl almaz bir dünya için belki akıl almaz mekanlar tasarlamak mümkündü.

Şimdi tam bu noktada bir es verip başa geri dönelim. Kullanılan mekanlar gotik özellikler taşıyor demiştik. Gotik mimarinin özelliklerini hatırlayalım; yapıda iskelet sistemin keşfedilmesiyle beraber bina genişlikleri, yükseklikleri artırılabilmiş, duvar kalınlıkları düşürülebilmiş, pencere için açıklıklar çoğaltılabilmiştir. Böylece daha aydınlık yapılar elde edilmiştir. Teknik gelişmişlikten ziyade, Gotik mimari Tanrı’ya ulaşmak, Tanrı’yı hissettirmek gibi amaçları takip etmektedir. Dolayısıyla mimaride dikey üslup tercih edilmiştir ve yalnızca yapıyı yükseltmekle kalmamış, sivrilikleri de gerek cephede gerek iç mekanda gerekse örtülerde kullanarak mistik havayı güçlendirmiştir. İnsanlar Tanrı’dan biraz da korksun, çekinsin, ibadete yönelsin diye bu mistik hava da arzulanmıştır. Dolayısıyla ihtişam oldukça ön plandadır. Yapının camları da genellikle ince işçiliktir ve renkli vitraylar da kullanılarak içeride zaten olan mistik hava tekrar tekrar pekiştirilir. Aslında şöyle bir dönüp baktığımızda, Gotik mimari amacını fazlasıyla karşılamıştır. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bu yapılar bize hala Tanrı’yı hatırlatmakta, hatta ondan korkutmaktadır. Yapısal sağlamlıkları ve kalıcılıkları da bunu fazlasıyla desteklemektedir. Gotik katedrali ziyaret eden herkesin söylediği ortak tanım, ürpertici bir estetiktir.

Şimdi yeniden Harry Potter’a dönecek olursak; aslında bilinçli ve çok da yerinde bir karar olarak Gotik mekanlar tercih edilmiştir. Hepimiz filmi izlerken o mekanların büyülü bir dünyada olduğuna, bizim dünyamıza ait olmadığına inanmadık mı? Hatta bana göre ilginç olan bir diğer özellik de Hogwarts’ın yemek salonunun tavanının büyülenerek gökyüzü gibi gösterilmiş olması ki yine bu o yılların mimarisinde tavanı olduğundan daha yüksek göstermek ve bir göz illüzyonu sağlamak amacıyla çokça başvurulan ve freskler ile yapılan bir yöntemdir.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta asalar. Filmde ara ara rastladığımız bir replik var. Asa büyücüsünü seçer. Eduardo Cadava‘nın Işık Sözcükleri isimli kitabında asaların durumuna benzettiğim bir noktayı göstereceğim.

…bu mesafenin bakışa karşılık verebilen bir bakış ile veremeyen bir bakış arasında, bir kişiye dönüşmekte olan bir şey ile bir şeye dönüşmekte olan bir kişi arasındaki bir ritmde ya da gidip gelmede yazılı olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, burada mesele, kendisine başka bir yerden gelen bir bakışa hem karşılık veren hem de vermeyen bir bakışı, kişileri ve şeyleri aynı zamanda hem birbirine benzer hem de birbirinden farklı kılan süreci anlamamızın olanaklılığıdır… (s.158).

Asanın büyücüsüne bakma anındaki ritm de buna benzer bir ritmdir. Asa büyücüsünün anlarını yakalar ve büyücüsüne benzemeye başlar, üst üste çakışan iki katman, iki nesne haline gelirler. Büyücünün asasız büyü yapamıyor olmasına da şaşırmıştım aslında izlerken. Bazı durumlarda çeşitli tozlar vs. kullanılıyor ancak özellikle savaşılması gereken zamanlarda asa hayati bir önem taşıyor. Bu da biraz asa ile büyücünün artık birbirinden ayrılamaz bir katman haline gelmesinden, büyücünün benliğine ait bazı şeylerin artık asaya ait olmasından olabilir diye düşünüyorum ben, biraz da Işık Sözcükleri’nin etkisinde kalarak.

3105458033_1_9_5Lyf97zs.jpg

Bir diğer ilgi çekici nokta hiç şüphesiz filmin de en önemli nesneleri olan hortkuluklar. Ruhun parçalanıp nesnelere hapsedilmesiyle üretilen hortkuluklar, kolay yok edilemediği gibi, yok edildiklerinde de sahipleri ölüme ulaşıyor. Yok edilmedikleri müddetçe de istese dahi ölmek mümkün olmuyor.

slytherin-locket-1448312992.gif

Aslında çok basit bir şekilde bu durumu hafızaya ve hatta fotoğraf çekmeye indirgeyebiliriz. Aslında yaşayan her insan etrafındakilerin ruhundan bir parça taşıdıkları ve uzun yıllar hafızalarından silmeyecekleri için birer hortkuluktur diyebilir miyiz? Ya da insanın bağlandığı her nesne, kişinin ölümünden sonra baktıkça yanımızda hissettiren, anılarını yaşatan nesneler de hortkuluk olarak düşünülemez mi? Yani dediğim gibi oldukça basit, unutulduğunda ölürsün. Benzer şey fotoğraf makineleri/fotoğraflar için de geçerli olacaktır.  Kracauer şöyle söyler;

Görüntü şimdiki zamanda hayalet gibi gezinir. Hayaletler yalnızca korkunç bir eylemin gerçekleştirildiği yerlerde meydana çıkarlar. Fotoğraf bir hayalete dönüşür çünkü o giysili oyuncak bebek yaşamıştır… Bu hayaletimsi gerçekliğin kefareti ödenmemiştir… Eski fotoğraflara bakan kişinin içinden bir ürperti geçer; çünkü bu fotoğraflar orjinalin tanınmasının değil, bir anın mekansal düzenlenişinin timsalidir; kişi değildir fotoğrafta görünen, ondan eksiltileceklerin toplamıdır. Fotoğraf kişinin suretini çıkararak onu yok eder; ve kişi suretiyle örtüşseydi var olamazdı.

Ondan eksiltileceklerin toplamıdır ifadesi oldukça önemli bir ifade. Kişinin bedenini/ruhunu üst üste binmiş milyarlarca ince katman olarak hayal edersek, her fotoğraf bir katmanın hapsedilmesi olacaktır. Kişiden bir şey eksilecek, ancak ölümsüzleşecektir, ta ki o fotoğraf yok olana kadar. Filmde buna benzeyen en önemli şey ise hiç şüphesiz ruh emiciler olacaktır.

s-58fac1005566a03a735c778160d6d32231e6756a.gif

Kişinin anılarından, yani anlarından, yani ruh katmanlarından beslenerek hayatta kalmaya çalışan ruh emiciler kişinin tüm katmanlarını yok ettiğinde kişi de ölümü tadacaktır. Tüm katmanları yok olmayan ancak eksilen kişi ise bir mutsuzluğa sürüklenecektir. Acaba günümüz insanının eskiye nazaran oldukça mutsuz olma sebebi belleğinde mutlu anılarını saklamayıp onları kağıtlara hapsetmesi midir? Buradan ilginç bir yere Black Mirror dizisinin 1.sezon 3.bölümüne atlayalım. (Bu arada Blak Mirror dizisini izlemiyorsanız şayet şiddetle tavsiye ederim, her bölümü birbirinden bağımsız kısa filmler şeklinde olan bu dizi genellikle bilim kurgu hiciv tarzında, çoğunlukla olası gelecek senaryoları üzerinden eleştrilerde bulunuyor). Bahsettiğim bölüm, kişilerin yaşadığı her anın, kafalarına yerleştirilen bir çekirdeğe kaydedilmesi ve kişilerin bunları istediği zaman tekrar tekrar izleyebilmesiyle alakalı. İnsanlar hafızalarından istemedikleri yerleri istediği gibi silebiliyor. Yani ruhunu önce bir çekirdeğe hapsediyor sonra onu parça parça öldürebiliyor. En önemlisi de, psikolojinin en ihtiyacı olan kötü hatıraları manipüle etme özelliğini de yitiriyor. Yani olan tüm olayları olduğu gibi seyrediyor ve kendine acı çektiriyor. Başka bir deyişle, aslında şöyleydi diyemiyor. Aynı şekilde insanlar yaşanan güzel anlara da öylesine saplantılı bir şekilde bağlanıyor ki, hayatının geri kalanını yaşamaktan vazgeçerek anılarını seyretmeyi tercih ediyor. Olası bir depresyon anında da tüm belleğini hapsettiği çekirdeğini, yani ruhunu, vücudundan ayırıp yok edebiliyor. Yani yaşayan bir bedende ölü bir zihin… Bence bu çekirdek, hortkulukla tamamen aynı işlevi görüyor.

Tüm bunlardan sonra Unutma Mekanları‘na dönecek olursak; demek ki unutma mekanı mümkün kılınabilir. Ancak mekanı biraz daha farklı tanımlamak gerekir. Fiziksel bir mekandan ziyade dijital bir mekandan mı bahsediyoruz? Mekana girecek olan bedenimiz mi yoksa zihnimiz/ruhumuz mu? Çok büyük mekanlar mı gereklidir unutmak için yoksa kafatasına yerleşebilecek küçücük bir çekirdek de mekan sayılabilir mi? Belleğin bir mekandan başka bir mekana doğru sızması mümkün olabilir mi? Ya da en önemlisi; unutma mekanlarına ne kadar ihtiyacımız var?

unutma mekanları

Şimdi çok sevdiğim bir arkadaşım ve gerçekten çok başarılı bir tasarımcı olan Hülya Yavaş ile içinden çıkamadığım bir problemi buraya aktaracağım. Hem yazarken fikirlerin daha netleştiğine inandığım hem de bu tartışmaya katılımcı bulmak için. Problemimiz de şu; unutma mekanı mümkün müdür?

Mimarlık eğitiminde bellek çok önemlidir şüphesiz. İster istemez bellek, hafıza gibi anahtar kavramlara çok yükleniriz tasarım yaparken. Peki ya tam tersi mümkün olamaz mı? Yalnızca unutmak için de bir mekan yapılamaz mı? Bu fikrin çıkış noktası Latife Tekin‘in Unutma Bahçesi adlı kitabı. Şimdi bu kitaptan bazı alıntılar yazacağım;

“Ona anlatamadım ama, o sıralar, uçuruma düşer gibi üç yılı birden unutuyordum, dört yılı, beş yılı… Anısız, ışımasız… Yaşadığım günün olayları, unuttuğum zamanların boşluğuna yayılıp hemen silinecekmiş gibi eskiyordu.”

“Unutamayacağınız bir şey görüp unutmak isterseniz bir hikaye başlıyor.”

“Her şeyden önce ortaklaşa sürdürmeye çalıştığımız hayatın anlamı, bir şeyleri unutma amacıyla bir araya toplanmış insanlar olmamızdan ileri geliyor…Şeref’in düşüncesi bu bahçede bir Unutma Enstitüsü kurmak”

“Enstitünün yeri hazır, planları çizilmiş durumda. Su kulesinin az altında, bir ucundan denizin göründüğü, vadiye bakan açıklık vir alan var, yeri orası…Üst sınırına bir sıra çam ağacı dikmiş Şeref, çamların hepsi de kurtarmış kendini, su vermesek de boylanıp yükselecekler dağlara karşı.”

“Geçmiş zaman içinde kimi şeyler olmuş, unutmuşsunuz… Sonra birden onları unuttuğunuz aklınıza geliyor. Daha sonra da onları unuttuğunuzu hatırladığınız… Şeref buna, unutma yankısı diyormuş.”

“Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü…”

“Unutmak insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. Bir bakışı unutmak istediğimizde büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir, ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.

“Şeref ona, ‘sahiplenilemez evler yap,’ demiş, ‘unutmaya eğilimli insanlar için, içinde sonsuz bir ferahlıkla yaşanacak…

“Söylemiştim size, orada her şeyi unutabilirsiniz. Arazinin en rüzgarlı yeri.”

Buraya kadar olanlar kitapta bulduğumuz, daha doğrusu Hülya’nın bulduğu, ipuçlarıydı. Bunlardan yola çıkarak ilk kurulan hayal şöyleydi;

Öyle dev bir mekanmış ki, içine giren ölçek algısını yitirir, kendi de içinde yitip gidermiş. Labirent gibi bir deneyim yaşatıyormuş ancak büyüklüğünden labirent olduğunu anlamak bile imkansızmış. Brüt betonlardan oluşuyormuş bu mekan. Transparanlık asla yokmuş, onun yerine boşluklar varmış ama, açıklıkları bulunurmuş. Bu boşluklar arasında çok rüzgar esermiş. Belki de bir tepenin üzerindeymiş bu mekan, terkedilmiş adeta. Sahiplenilmez dedik ya hani, işte öylece kendisi de unutulmuş bu mekanın. Sürekli unutula unutula var olacakmış…

Derken, dev brüt betonlar fazla mı kalıcılık hissi veriyor acaba da unutmak kavramından uzaklaşıyor?

Bu devasa betonlu mekanı sarmaşıklar sarmış. Yer yer toprakla karışmış. Doğa onu adeta koruma altına almış…

E koruma altına almış dedik, hani unutma mekanı? Hem dev sarmaşıklar, topraklar filan kök salmışlık hissi uyandırmaz mı? Hem hayalimi yürütüyorum içinde, rüzgarlar esiyor, o kadar kuvvetlendi ki rüzgar uçuruverdi beni, sarmaşıkların yaprakları saçılıyor etrafımda, toz toprak her yer…ben böyle tüy gibi salınırken ordan oraya bütün belleğim yine çıktı işte karşıma… Zaman durdu, ama düşünce akmaya devam etti.

Baştan…

Kargacık burgacık bir mekanmış burası. Çalışma maketi gibiymiş, öyle alelacele, sonra çöp olacak şekilde. Tek bir unutma mekanı bile yokmuş. Parça parça bir sürü yerdelermiş bunlar…

Hmm… her öğrenci final maketini saklar muhakkak. Ya da mümkün olduğunca saklamaya çalışır. Çalışma maketlerimizi ise çoğu zaman unutuveririz. Hatta ne zaman onlardan vazgeçtiğimizi bile hatırlamayız. Benzer şekilde, alelacele bi telefon numarasını bi kağıda not ettiğimizde mesela, o kağıdın ömrü numara rehbere geçirilene kadardır. Nasıl bir kağıda not etmiştik, defter kenarından mı koparmıştık yoksa bir firmanın eşantiyon not kağıdı mıydı, hangi renk kalemle yazmıştık, bunları hiç mi hiç hatırlamayız. Hem parça parça diyoruz, biricikliği bile kalmayacak o mekanın artık. Anıtsal değil, tek değil, yoldan geçen biri farkına bile varamaz, farkına varan akşam evine gittiğinde hatırlayamaz…

Ama mekan unutulmayacak unutturacaktı aslında. Peki o kargacık burgacık, belki çöplerden oluşan mekancıklar yine bizim önümüze bir bellek sunmadı mı? O çöp yığınlarına, ufak tefek nesnelere bakarken neler gelmedi ki aklımıza?

Sanki ne yaparsak yapalım unutmak mümkün değilmiş gibi geliyor bu noktada. Merak ediyorum, Alzheimer hastları neler yaşıyorlar da unutma noktasına ulaşabiliyorlar. Yani işin bilimsel neden ve sonuçlarıyla ilgilenmiyorum tabi şu an.

Biraz da somut düşünmeyi deneyelim. Bir şeyi hatırlamak için izlerinin derin olmasına ihtiyacımız vardır. Öyleyse unutmak için bu izlerin biraz uçuculaşması gerekebilir… Peki ya uçup havaya karışırsa? Unutalım derken büsbütün yakalanıveririz o zaman. Demek ki uçucu olmaktan ziyade katı bir hafızaya ihtiyacımız var, ki onu çıkarıp bir kenara bırakıp koşarak uzaklaşabilelim…

Yine Latife Tekin, unutmak için kendinizi olmayan bir yerde düşleyin, diyor. Bu formül aklıma fazlasıyla yatıyor. İyi ama, olmayan bir yer düşlemek için de unutmak gerekmiyor mu? Bir paradoksa dönüşüyor yine işler.

Peki herkesin hafıza problemi yaşadığı günümüzde bu problemin asıl kaynağı nedir? Hız mıdır? Mekanımızı hızlandırmak mümkün olursa unutmak da mümkün olabilir mi? Ne düşünmeye, ne yaşamaya ve hatta ne de görmeye vakit olmayan bir yerde hatırlamaya vakit bulunabilir mi?

Şu an okuduğum Işık Sözcükleri kitabından da bir alıntı yaparak devam edeceğim;

“bir olayın uzaklığı, bir mesafe üzerinde etkide bulunmak suretiyle olayı bize getiren çeşitli teknik ortamlar sayesinde ortadan kaldırılıyorsa, artık her şey eskisinden daha uzak demektir: hem olay anlamını aldığı bağlamından kopar, hem de biz yalnızca olayın yeniden üretimine yaklaştırılmış oluruz.”

Aslında burada, teknik imkanlar sayesinde, örneğin yaşanan bir olay kaydedilerek yaşandığı zamandan doğal olarak farklı bir zamanda ve yaşandığı mekandan farklı bi mekanda yaşatılarak, o olayın öldürüldüğünden bahsediyor. Yani olay bağlamından koparılıyor. Farklı bir zamanda ve mekanda yeniden üretilen bu olay ise onun bir benzerinden veya bambaşka bir şey olmaktan öteye geçemiyor. Dolayısıyla bir anının da bağlamından koparılarak anlamını yitirmesi, içi boşalan görüntülerin ise yavaş yavaş bellekten silinmesi mümkün müdür?

Bu noktada akla başka bir şey daha geliyor. Örneğin sürekli yeniden üretimin mümkün olduğu bir mekan unutma mekanı olabilir mi? Defalarca başa sarmak gibi, yani mutlak bir hafıza kaybı gibi?

Aslında bu teoriyi de çürütmek pek zor olmayacak. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, yeniden üretilen bir olay aslında o olay değil bir benzeri ya da artık başka bir olaydır. Yani mutlak bir hafıza kaybı meydana getirmeye çalışırken, aynı mekanda farklı zamanlarda üretilen farklı olayları üst üste bindirmeye ve aslında bir bellek oluşturmaya devam ediyoruz.

Son bir alıntı daha;

“Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir…çünkü geçmiş imgesi, onda kendini amaçlanmış olarak bulmayan her şimdiki zamanla birlikte, yitip gitme tehlikesiyle karşılaşır; bu imge bir daha geri getirilemez.”

Belki de her mekan aslında unutma mekanıdır, bu alıntıya göre. Geçmiş dediğimiz anlar tekrar yaşanmamak üzere bir kez yaşandıktan sonra zaten unutuluveriyor. Bizim hafıza dediğimiz şey ise aslında yaşananın benzerlerini üretmeye devam ediyor. Aslında asla aynısı değil, yani geçmiş çoktan yitip gitti. Gçmişin izleri de. Zihnimizin ürettikleri geçmişle benzerlik taşıdığı için hatırladığımızı iddia edebiliriz yalnızca. Kimbilir belki de benzerlik bile göstermiyordur da biz bazı üretimlerimizin adını geçmiş koyuyoruzdur.