diziler

sistemin pedalları

Black Mirror dizisinden daha önce Harry Potter Nesneleri yazımda bahsetmiştim, o zaman 1.sezon 3.bölümü hakkında konuşmuşuz. Bugün, artık hayata gerçek anlamda atılmaya başlarken aynı zamanda yüzleşmeye de başladığım düzenle birlikte aklıma gelen, Black Mirror’un 1.sezon 2.bölümünden bahsetmek istiyorum.

Şimdi hikaye şöyle; hani şu spor salonlarında olan bisikletler var ya, işte onlara binip pedal çeviren insanlar var. Her sabah aynı saatte başlayıp, her akşam aynı saatte bitiriyorlar işlerini. Sabah, akşam diyorum tabi de, alışkanlıktan aslında. Yoksa öyle bir kavram da yok. Ne kadar çok pedal çevirirlerse o kadar paraları oluyor. Olay bundan ibaret.

U5dtUuwqVgyrMpRVpvEXN81AyXv1KSP_1680x8400.jpg

Bu para dediğimiz sanal kazançlarla karın doyurmanın dışında elde ettikleri her şey de sanal. Kendi sanal kimliklerine yeni saç modelleri, yeni kıyafetler vs. alabiliyorlar. İşin ilginç tarafı ise sistemin mecbur ettiği bir şeye katlanmak istemediği zaman da ödeme yapmak zorunda kalıyorlar. Bir nevi bedel ödüyorlar denilebilir. Mesaileri bittikten sonra kişisel hücrelerinde (ekranlardan oluşan hücrelerinde) dinlenebiliyorlar. Ancak yine ekranların izlemeye mecbur bıraktıklarını izleyerek, yat dediği saatte uyuyarak, yine kalk dediği saatte uyanarak.

i

Neyse lafı çok fazla dağıtıyorum gibi geliyor, aslında biraz sert bir dille de olsa bizim hayatımızdan farklı bir şey anlatmıyor bu bölüm. Her gün aynı saatte kalkıp pedal çeviren, ne için çalıştığını, ne için enerji ürettiğini bile bilmeyen bu karakterlerden ne farkımız var ki şu an? Her gün saatlerce iş için harcadığımız emeğin ve zamanın yanı sıra, sistemin sunduğu şartlar yüzünden iş yerimize yakın oturamadığımız için yolda harcadığımız zamanı ve enerjiyi ne için ya da kim için tükettiğimizin farkında mıyız? Hiç ihtiyacımız olmayan ürünlerin bizlere önce ihtiyacımız gibi dayatılıp sonra bu sözde ihtiyaçlarımızı temin etmek için her gün pedal çevirdiğimizin? Çok çeşitli kıyafetler giydiğimizi zannederken, aslında yine sistemin, iklim, coğrafya, kültür bir kenara bırakılarak, dayattığı tek tip kıyafetleri giydiğimizin farkında mıyız? Yine tuhaftır ki, sisteme ayak uydurmamak için , manevi bedeli saymıyorum bile , yüklü bir maddi bedel ödemek zorundayız.

Neyse, bir de pedal çevirmeyenler var. Bu gruplardan bir tanesi pedal çevirenlerden daha aşağı statüdeki insanlar. Dizide bu kişiler şişman olarak gösterilmiş. Çünkü pedal çevirmediği takdirde kilo alacak ve cezası şişmanlayıp temizlikçi olarak çalışmak olacak. Bu yüzden de pedal çevirmeye kolay kolay rest çekememekte kimse, çünkü geçim kaygısı…

Diğer bir grup ise sıyrılıp kendini gösterebilen böylece kendini pedal çevirmekten kurtaran grup. Ancak bu öyle kolay değil. Öncelikle pedal çevirerek yüklü bir miktar para biriktirmek zorundalar. Sonrasında bu parayla bilet alıp jüri karşısına çıkmalılar. Ancak jüriye çıkmak da öyle kolay değil. Kuliste belki de haftalarca beklemek, yani önce kuliste farkedilmek zorundalar. Şanslılarsa jüriye çıkıp belki bir şans yakalayabilirler, ve hayatlarının geri kalanını ünlü kişiler olarak ve pedal çevirmeden geçirebilirler.

Zannediyorum burada jüri popüler kültürü temsil ediyor. Daha doğrusu bu kültürü zaten dayatanları. Yani çok yetenekli olmak, çok idealist olmak, işini çok iyi yapmak da pek anlam ifade etmiyor. Tanıdık geldi mi?

İşte vaziyet böyle, sonra dizinin ana karakteri bir kıza aşık oluyor, kızın sesi de çok güzel. Bütün parasını kıza veriyor ki çıksın şarkı söylesin kendini kurtarsın. Kız ama nasıl güzel. Haliyle jüri kızın şarkısıyla filan pek ilgilenmiyor, porno yıldızı olmaya ikna etmeye çalışıyorlar kızı. Çünkü pedal çevirenlerin motivasyona ihtiyacı var… Kız da sahneye çıkarken içirdikleri sudandır diye düşünüyoruz, kabul ediyor. Çünkü kolay geliyor herhalde, artık pedal çevirmeye tahammül edemeyeceğini düşünüyor, bu kadar yaklaşmışken reddetmek olmaz! Ya da işte sudan…

black-mirror

Tabi ana karakter çileden çıkıyor. Herkese gününü göstermeye ant içmiş. Durmadan pedal çeviriyor, hiçbir şey yemiyor, dayatılan her şeyi izliyor, elinden geleni yapıyor ve bir bilet alacak para biriktirdiği an duruyor. Jüri karşısına çıkıyor, elinde de bir cam parçası, kendi boğazına dayayıp bütün nefretini kusmaya başlıyor. (kendini öldürmekle tehdit etmesinin sebebi, sistemde ölmek yasak!) Bu arada sahneye çıkarken bir şekilde o suyu içmemeyi de başarmıştır. Buradan sonrası biraz iç burkar işte. Jüri ona gösterisini etkileyici bulduğunu, bundan sonra düzenli olarak bu gösteriyi yapabileceği, yani artık pedal çevirmek zorunda kalmayacağı teklifini sunar. Ana karakter ise bunu kabul eder. Yani sudan değilmiş…

black-mirror-5

Son olarak ana karakteri kendine ait bir evde görürüz. Camdan dışarıyı, yani doğayı seyretmektedir. Bölüm boyunca da ilk kez dışarısı gösterilir. Sisteme ayak uydurmuş, pedal çevirmekten kurtulmuştur. Doğayı bile görebilmektedir, ancak camın arkasından…

BlackMirror1x02_1477

Ben izlerken acaba gerçek bir doğa mı görüyor diye de düşünmüştüm. Sonuçta doğanın içerisinde yine göremiyoruz. Yani hala birileri için köle olma sıfatından kurtulamamış, bence.

harry potter nesneleri

 

Biraz utanarak söylüyorum ki, Harry Potter serisini henüz izledim ve bitirdim 🙂  (kitaplarını da okumadım). Tabi burada filmi anlatıp eleştrisini yapmam pek mantıklı olmayacaktır. Yalnız filmde dikkatimi çeken bazı noktalardan bahsetmek istiyorum.

Bunlardan ilki film içerisinde geçen mekanlar, bilhassa Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu.

Okul için birden fazla yapı içerisinde çekimler yapılmış. Glaucester Katedrali, Durham Katedrali, Lacock Abbey Manastırı bunlardan birkaçı.

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-2

Gloucester Katedrali

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-5

Durham Katedrali

Harry-Potter-Film-Mekanlari-Resim-10

Divinity School

Mekanların birçoğunun ortak özelliği Gotik bir üsluba sahip olmaları ve 11.yy ile 13.yy arasında inşa edilmiş olmaları. Filmi izlerken de kendime çok sorduğum bir soru vardı. Büyülü bir dünyadan bahsediyoruz, olağanüstü birçok şey mümkünken, olağanüstü hayvanlarla, bitkilerle, yaratıklarla, daralıp genişleyebilen ve inanılmaz hızlara ulaşan otobüslerle, hareketli görseller içeren gazetelerle, yani en basit olandan en inanılmaz olana kadar birçok ilginç olay ve nesneyle karşılaşabilmek mümkünken, mekanlara bu neden yansımamıştır? Evet hareket eden merdivenler vs. unsurlar görebildik. Ancak yine bildiğimiz yapısal elemanların dışında şeyler değildi. Yani söylemeye çalıştığım; 20.yy sonu 21.yy başında çekilen bir filmde, günümüz teknolojisinin de ulaştığı imkanları ve ulaşabileceği olasılıkları düşünerek bambaşka yapılar gösterebilmek, akıl almaz bir dünya için belki akıl almaz mekanlar tasarlamak mümkündü.

Şimdi tam bu noktada bir es verip başa geri dönelim. Kullanılan mekanlar gotik özellikler taşıyor demiştik. Gotik mimarinin özelliklerini hatırlayalım; yapıda iskelet sistemin keşfedilmesiyle beraber bina genişlikleri, yükseklikleri artırılabilmiş, duvar kalınlıkları düşürülebilmiş, pencere için açıklıklar çoğaltılabilmiştir. Böylece daha aydınlık yapılar elde edilmiştir. Teknik gelişmişlikten ziyade, Gotik mimari Tanrı’ya ulaşmak, Tanrı’yı hissettirmek gibi amaçları takip etmektedir. Dolayısıyla mimaride dikey üslup tercih edilmiştir ve yalnızca yapıyı yükseltmekle kalmamış, sivrilikleri de gerek cephede gerek iç mekanda gerekse örtülerde kullanarak mistik havayı güçlendirmiştir. İnsanlar Tanrı’dan biraz da korksun, çekinsin, ibadete yönelsin diye bu mistik hava da arzulanmıştır. Dolayısıyla ihtişam oldukça ön plandadır. Yapının camları da genellikle ince işçiliktir ve renkli vitraylar da kullanılarak içeride zaten olan mistik hava tekrar tekrar pekiştirilir. Aslında şöyle bir dönüp baktığımızda, Gotik mimari amacını fazlasıyla karşılamıştır. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bu yapılar bize hala Tanrı’yı hatırlatmakta, hatta ondan korkutmaktadır. Yapısal sağlamlıkları ve kalıcılıkları da bunu fazlasıyla desteklemektedir. Gotik katedrali ziyaret eden herkesin söylediği ortak tanım, ürpertici bir estetiktir.

Şimdi yeniden Harry Potter’a dönecek olursak; aslında bilinçli ve çok da yerinde bir karar olarak Gotik mekanlar tercih edilmiştir. Hepimiz filmi izlerken o mekanların büyülü bir dünyada olduğuna, bizim dünyamıza ait olmadığına inanmadık mı? Hatta bana göre ilginç olan bir diğer özellik de Hogwarts’ın yemek salonunun tavanının büyülenerek gökyüzü gibi gösterilmiş olması ki yine bu o yılların mimarisinde tavanı olduğundan daha yüksek göstermek ve bir göz illüzyonu sağlamak amacıyla çokça başvurulan ve freskler ile yapılan bir yöntemdir.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta asalar. Filmde ara ara rastladığımız bir replik var. Asa büyücüsünü seçer. Eduardo Cadava‘nın Işık Sözcükleri isimli kitabında asaların durumuna benzettiğim bir noktayı göstereceğim.

…bu mesafenin bakışa karşılık verebilen bir bakış ile veremeyen bir bakış arasında, bir kişiye dönüşmekte olan bir şey ile bir şeye dönüşmekte olan bir kişi arasındaki bir ritmde ya da gidip gelmede yazılı olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, burada mesele, kendisine başka bir yerden gelen bir bakışa hem karşılık veren hem de vermeyen bir bakışı, kişileri ve şeyleri aynı zamanda hem birbirine benzer hem de birbirinden farklı kılan süreci anlamamızın olanaklılığıdır… (s.158).

Asanın büyücüsüne bakma anındaki ritm de buna benzer bir ritmdir. Asa büyücüsünün anlarını yakalar ve büyücüsüne benzemeye başlar, üst üste çakışan iki katman, iki nesne haline gelirler. Büyücünün asasız büyü yapamıyor olmasına da şaşırmıştım aslında izlerken. Bazı durumlarda çeşitli tozlar vs. kullanılıyor ancak özellikle savaşılması gereken zamanlarda asa hayati bir önem taşıyor. Bu da biraz asa ile büyücünün artık birbirinden ayrılamaz bir katman haline gelmesinden, büyücünün benliğine ait bazı şeylerin artık asaya ait olmasından olabilir diye düşünüyorum ben, biraz da Işık Sözcükleri’nin etkisinde kalarak.

3105458033_1_9_5Lyf97zs.jpg

Bir diğer ilgi çekici nokta hiç şüphesiz filmin de en önemli nesneleri olan hortkuluklar. Ruhun parçalanıp nesnelere hapsedilmesiyle üretilen hortkuluklar, kolay yok edilemediği gibi, yok edildiklerinde de sahipleri ölüme ulaşıyor. Yok edilmedikleri müddetçe de istese dahi ölmek mümkün olmuyor.

slytherin-locket-1448312992.gif

Aslında çok basit bir şekilde bu durumu hafızaya ve hatta fotoğraf çekmeye indirgeyebiliriz. Aslında yaşayan her insan etrafındakilerin ruhundan bir parça taşıdıkları ve uzun yıllar hafızalarından silmeyecekleri için birer hortkuluktur diyebilir miyiz? Ya da insanın bağlandığı her nesne, kişinin ölümünden sonra baktıkça yanımızda hissettiren, anılarını yaşatan nesneler de hortkuluk olarak düşünülemez mi? Yani dediğim gibi oldukça basit, unutulduğunda ölürsün. Benzer şey fotoğraf makineleri/fotoğraflar için de geçerli olacaktır.  Kracauer şöyle söyler;

Görüntü şimdiki zamanda hayalet gibi gezinir. Hayaletler yalnızca korkunç bir eylemin gerçekleştirildiği yerlerde meydana çıkarlar. Fotoğraf bir hayalete dönüşür çünkü o giysili oyuncak bebek yaşamıştır… Bu hayaletimsi gerçekliğin kefareti ödenmemiştir… Eski fotoğraflara bakan kişinin içinden bir ürperti geçer; çünkü bu fotoğraflar orjinalin tanınmasının değil, bir anın mekansal düzenlenişinin timsalidir; kişi değildir fotoğrafta görünen, ondan eksiltileceklerin toplamıdır. Fotoğraf kişinin suretini çıkararak onu yok eder; ve kişi suretiyle örtüşseydi var olamazdı.

Ondan eksiltileceklerin toplamıdır ifadesi oldukça önemli bir ifade. Kişinin bedenini/ruhunu üst üste binmiş milyarlarca ince katman olarak hayal edersek, her fotoğraf bir katmanın hapsedilmesi olacaktır. Kişiden bir şey eksilecek, ancak ölümsüzleşecektir, ta ki o fotoğraf yok olana kadar. Filmde buna benzeyen en önemli şey ise hiç şüphesiz ruh emiciler olacaktır.

s-58fac1005566a03a735c778160d6d32231e6756a.gif

Kişinin anılarından, yani anlarından, yani ruh katmanlarından beslenerek hayatta kalmaya çalışan ruh emiciler kişinin tüm katmanlarını yok ettiğinde kişi de ölümü tadacaktır. Tüm katmanları yok olmayan ancak eksilen kişi ise bir mutsuzluğa sürüklenecektir. Acaba günümüz insanının eskiye nazaran oldukça mutsuz olma sebebi belleğinde mutlu anılarını saklamayıp onları kağıtlara hapsetmesi midir? Buradan ilginç bir yere Black Mirror dizisinin 1.sezon 3.bölümüne atlayalım. (Bu arada Blak Mirror dizisini izlemiyorsanız şayet şiddetle tavsiye ederim, her bölümü birbirinden bağımsız kısa filmler şeklinde olan bu dizi genellikle bilim kurgu hiciv tarzında, çoğunlukla olası gelecek senaryoları üzerinden eleştrilerde bulunuyor). Bahsettiğim bölüm, kişilerin yaşadığı her anın, kafalarına yerleştirilen bir çekirdeğe kaydedilmesi ve kişilerin bunları istediği zaman tekrar tekrar izleyebilmesiyle alakalı. İnsanlar hafızalarından istemedikleri yerleri istediği gibi silebiliyor. Yani ruhunu önce bir çekirdeğe hapsediyor sonra onu parça parça öldürebiliyor. En önemlisi de, psikolojinin en ihtiyacı olan kötü hatıraları manipüle etme özelliğini de yitiriyor. Yani olan tüm olayları olduğu gibi seyrediyor ve kendine acı çektiriyor. Başka bir deyişle, aslında şöyleydi diyemiyor. Aynı şekilde insanlar yaşanan güzel anlara da öylesine saplantılı bir şekilde bağlanıyor ki, hayatının geri kalanını yaşamaktan vazgeçerek anılarını seyretmeyi tercih ediyor. Olası bir depresyon anında da tüm belleğini hapsettiği çekirdeğini, yani ruhunu, vücudundan ayırıp yok edebiliyor. Yani yaşayan bir bedende ölü bir zihin… Bence bu çekirdek, hortkulukla tamamen aynı işlevi görüyor.

Tüm bunlardan sonra Unutma Mekanları‘na dönecek olursak; demek ki unutma mekanı mümkün kılınabilir. Ancak mekanı biraz daha farklı tanımlamak gerekir. Fiziksel bir mekandan ziyade dijital bir mekandan mı bahsediyoruz? Mekana girecek olan bedenimiz mi yoksa zihnimiz/ruhumuz mu? Çok büyük mekanlar mı gereklidir unutmak için yoksa kafatasına yerleşebilecek küçücük bir çekirdek de mekan sayılabilir mi? Belleğin bir mekandan başka bir mekana doğru sızması mümkün olabilir mi? Ya da en önemlisi; unutma mekanlarına ne kadar ihtiyacımız var?

Sherlock

sherlock.jpg

İzlemekte geç kaldığımın farkında olarak ve içimden “Hala izlemeyen kalmış mıdır ki?” diye sorarak Sherlock dizisinden bahsetmeye başlıyorum. Pek yabancı dizi takip eden biri değilim, yalnızca lisede İngilizce hocam Erdal Yalazan’ın derste izlettiği How I Met Your Mother dizisiyle tanışmışlığım vardı. Bu sene yabancı dizilere ilgi duymaya başladım ve Sherlock dizisiyle de başlangıcımı yaptım.

Sherlock Holmes, gözlem ve çıkarım yoluyla olay çözen, kendi deyimiyle yüksek işlevli sosyopat bir dedektiftir. Arthur Conan Doyle tarafından 19.yy’ın ortalarında oluşturulmuştur bu karakter. Ancak bahsettiğimiz dizi Steven Moffat tarafından günümüze uyarlanarak yazılmıştır ve güncel teknoloji fazlasıyla kullanılmaktadır.

Dizinin yayımlanan son sezonu olan 4.sezon da dahil tüm sezonlar 3 bölümden oluşmakta ve diziden ziyade sinema filmi gibi çekilmektedir. (her bölüm de yaklaşık 90 dk sürmekte). Bir de 4.sezonun 0.bölümü diye geçen, Sherlock’un orjinal dönemiyle bağlantı kuran bir bölüm yayınlanmıştır.

Dizi, 221B Baker Street‘de birlikte yaşayan Sherlock Holmes ve Doktor John Watson‘ın yaşadığı maceraları ve çözdükleri/çözemedikleri olayları konu almaktadır. Sherlock karakterini Benedict Cumberbatch oynamaktadır ve jestleriyle, mimikleriyle, ses tonuyla harika bir oyunculuk çıkarmaktadır. Doctor John Watson‘ı ise Martin Freeman oynamaktadır ve yine o da rolünün hakkını fazlasıyla vermektedir.

3f3a15e1b0b888c3b01b7f402a80b3f9.gif

Sherlock, herhangi birinin kolaylıkla göremeyeceği detayları farkedip, aralarındaki bağlantıyı kolaylıkla kurabilmektedir. Tümdengelim yöntemi kullandığı söylenmektedir. Tabi yalnızca gözlem yeteneği değil, kimi zaman kendisinin “kör atış” dediği tahminlerini de kullanmaktadır. Sık sık laboratuvar araştırması yapar, buzdolabında ya da mutfak masasında daima kesik parmaklar ya da başka kesik organlar bulunur. Bir olayda çıkmaza düştüğünde duvara ateş eder (ya da bunun türevi diyebileceğimiz benzer hareketler…), çözüme odaklanmak istediğinde ise keman çalmayı tercih eder. Olay çözerken çoğunlukla mind palace olarak hepimizin bildiği zihin yöntemini kullanır. (Aklımızda kalmasını istediğimiz şeyleri zihnimizde bir mekana yerleştiririz ve o şeyi hatırlamak istedğimizde zihinsel olarak o mekana gideriz vs…). Suç çözmeye, çıkarım yapmaya olan aşırı ihtiyacından dolayı suça suçlu kadar bağımlıdır. John Watson ise ‘savaş’ı isteyen, eski asker ve doktordur, sürekli Sherlock’a sorular sorar ve olan biteni bir blog sayfasında yazar. Sherlock bir bölümde, kendisinin olay çözmekle uğraşırken John Watson’ın hayat kurtardığını söyler. Bu da Sherlock’un duygulardan nispeten arınmış, mantık odaklı durumunu, John’un ise duygusal yönü ağır basan karakterini yansıtır.

giphy.gif

Diğer karakterler hakkında bilgi vermek dizi için spoiler olur diye düşündüğümden onlardan bahsetmeyeceğim (Evet, belki hala izlemeyen vardır düşüncesiyle…).

Son olarak şunu söyleyebilirim, diziyi izleyen herkes ortalıkta Sherlock Holmes edasıyla gezmekte, sürekli çıkarım yapmaya çalışmaktadır. Hatta hızlı konuşma şeklini ve mimiklerini de taklit etmektedirler. Benim de izledikten sonra yapmaktan kendimi alamadığım, burada da söylemeden geçemeyeceğim bir hareketi, “yeap” ve “no” dedikten sonra ağzıyla köpük baloncuğu patlama efekti vermesidir.  :)) (Tabi bu şekilde anlatınca anlaşıldığından emin değilim…)

Dipnot: Ben izlemedim ancak Sherlock ile kullandıkları yöntemlerin benzerliği açısından House dizisi öneriliyor. Umarım izlediğimde onun hakkında da yazarım ancak izlemek isteyen olursa şimdiden tavsiye niteliğinde burada bulunsun.